Trenin bozkırın ortasında ağır ağır ilerleyişini izlerken içindeki kasvet her kilometreyle biraz daha artıyordu. Pencerenin buğusuna eğilmiş, dışarıdaki uçsuz bucaksız karla kaplı topraklara baktı. Soğuk, boş bir ruh gibi görünüyordu ona bu manzara. Yolculuk, bir zamanlar terk ettiği kasabaya doğru geri dönüşten başka bir şey değildi. Yıllar boyunca bu anı geceleri uykusunda görmüş, gündüzleri aklının bir köşesine saklamaya çalışmıştı. Ama ne yaparsa yapsın, bu yolculuktan kaçamayacağını en başından beri biliyordu.

İstasyonun silueti uzaktan göründüğünde, yüreğinde ağır bir sıkıntı belirdi. Elindeki kan, zihnindeki bulanıklık, ve kulaklarında yankılanan çığlıklar… Hepsi aynı acıyla yeniden canlandı. 

Hasan..Salıncaklı Kasabasının karanlık sayfalarına girmiş bir katil. Ayaza kesen havanın bozkır üzerindeki acımasızlığı, adeta içinde kopan fırtınayı yansıtıyordu. Derin bir iç çekti, gözlerini kapadı ve geçmişin karanlık hatıralarını bir kez daha zihninde canlandırdı. Kasabaya son kez adım attığı o geceyi düşündü.

Kasabaya varmadan önce tren birkaç kez durdu. Hasan her seferinde yerinden kıpırdamadan, çevresine bakmadan bekledi. Ne durakların ne de inen binen yolcuların önemi vardı. Onun için bu yolculuk, sadece bir sona yaklaşmanın yavaş ve acı verici bir sürecinden ibaretti. Kalabalığın içindeydi ama yalnızdı; trenin içinde insanlar fısıldaşıyor, çocuklar gülüyordu ama Hasan’ın dünyasında her şey donmuştu.

İstasyona geldiğinde tren nihayet durdu, ama hareket edemedi. Bir süre oturduğu yerde kaldı, elleri dizlerinde, gözleri boşluğa dikilmişti. Derin bir nefes aldı, ama bu nefes sanki içindeki ağır yükü daha da büyüttü. Yavaşça kalktı ve trenden indi. Karşısında kasabanın taş yapıları yükseliyordu. Bir zamanlar tanıdığı her şey, şimdi ona bir yabancı gibi görünüyordu. Salıncaklı'nın sokakları, evleri, dumanı tüten bacaları… Hepsi geçmişin gölgeleri gibi üzerine çökmüş, onu yutmaya hazır bekliyordu.

Küçük istasyon binasının önünden geçti, adımları yavaş ve kararsızdı. İçinde bir an geri dönme arzusu belirdi. Kaçmak, bu kasabayı bir daha asla görmek zorunda kalmamak için bir fırsattı belki de. Ama aynı zamanda biliyordu ki, bu yolculuk kaçınılmazdı. Kaçmak istemediği için burada değildi; kaçamadığı için buradaydı. Kendi içindeki yargılayıcı ses onu buraya getirmişti.

Kasabanın sokaklarına adım attıkça, geçmişi bir kez daha karşısında canlanıyordu. Sokak köşelerinde oynayan çocukları gördü. Bir an kendi çocukluğuna geri döndü. O zamanlar her şey ne kadar masum, ne kadar temiz görünürdü. Ama yıllar içinde, o masumiyetin nasıl kaybolduğunu, nasıl karanlığa gömüldüğünü düşündü. Bir zamanlar bu kasabanın parçasıydı, şimdi ise bir yabancıydı. Yabancı olduğu bir dünyada yabancıydı artık.


Dar bir sokağa saparken eski evini gördü. Taş duvarları ve kırık dökük çatısıyla hâlâ ayakta duruyordu. O ev, bir zamanlar onun dünyasıydı. Şimdi ise sadece bir hayalet gibi karşısında duruyordu. İçeri girip girmemek arasında bir an tereddüt etti. Ama sonra adımları onu içeri çekti. Kapıyı açtığında içeriye dolan soğuk hava, evin nemli duvarlarına çarptı. Yıllar boyunca dokunulmamış gibi görünen mobilyalar hâlâ yerindeydi. Odaların boşluğuna bakarken, kendi içindeki boşluğun ne kadar derin olduğunu fark etti.

Evin içi karanlıktı, ama ışık aramadı. Geçmiş, her köşede kendini belli ediyordu. Burada geçen yıllar boyunca içinde biriktirdiği her şey, şimdi onu yavaş yavaş boğuyordu. Bir zamanlar sevdiği, nefret ettiği, kaçmak istediği her şey, şimdi geri dönmüştü. Odaların birinde durdu. Odanın ortasında eski bir masa vardı, ve masanın üzerinde bir şişe duruyordu. Şişeyi eline aldı, içindeki sıvı hâlâ duruyordu. Bir zamanlar bu evde geçen uzun geceleri, sessizliği ve kendi içine çekilişini hatırladı. 


Tam o anda, bir kapı sesi duyuldu. İrkildi. Sesin geldiği yöne doğru döndü. Birisi evin kapısını açmıştı. Nefesini tuttu, gelenin kim olduğunu anlamaya çalıştı. Ama gölgeler arasında bir siluet belirdiğinde, o kişiyi tanıdı. Yıllar önce bıraktığı bir yüz, şimdi karşısındaydı. İçindeki ağırlık daha da arttı. Gelen kişi, onun geçmişinin en büyük tanığıydı. Ve o anda bu kasabaya dönüşün kaçınılmaz sonucunu kabul etti.

Karşısında duran silueti netleştirmeye çalıştı. Zihni bulanıktı, çünkü bu yüz, geçmişte kalması gereken bir hayaletti. Yıllar önce toprağa gömdüğü biri, şimdi karanlığın içinden çıkıp gelmişti. Bu mümkün olamazdı. Bir adım geriye çekildi, kalbi göğsünde patlayacak gibi atıyordu. Gelen kişi… Onu tanıyordu. Yüzündeki çizgiler, bakışındaki soğuk ifade, hepsi tanıdıktı. Ama bu mümkün değildi.

"O sensin," dedi titrek bir sesle. Sesini zar zor çıkarabildi. "Nasıl olur? Sen... Sen ölmüştün."

Siluet bir adım daha attı, loş ışık yüzünü aydınlatmaya başladığında, bu kişinin yıllar önce öldürdüğü genç kadından başkası olmadığını gördü. Gömdüğü o geceyi hatırladı. Her detayı hatırlıyordu: boğuşma, kan, kadının nefessiz kalışı, sessizliğe bürünüşü. Sonra o mezar… Derin bir çukurda kaybolan beden… Hasan’ın kaçışı, kasabadan ardına bakmadan uzaklaşışı.

Ancak şimdi o kadın, hayatta olamayacak biri, karşısında duruyordu. "Bu mümkün değil," diye fısıldadı, sesi titrek ve kısık. "Sen ölmüştün… Seni öldürmüştüm."

Kadın, yüzünde donuk bir gülümseme ile yaklaştı. Hasan’ın içindeki korku dalga dalga büyüdü. Kendi elleriyle öldürdüğü bir hayalet, karşısında canlı bir şekilde duruyordu. Ama daha kötüsü, bu yüz sadece geçmişin bir parçası değildi. Onun sırrını biliyordu. O geceyi, o sessiz cinayeti, kimsenin bilmediği gerçeği bu hayalet taşıyordu.

Kadın, Hasan’a doğru eğildi. Fısıldar gibi konuştu, sesi neredeyse rüzgarla kaybolacak gibiydi. "Sen beni gömdün," dedi soğuk bir sesle, "ama ruhumu gömmedin. Şimdi sır sırası sende."


Hasan’ın vücudu titremeye başladı. Gözleri kadının gözlerine kilitlenmişti, ama o gözlerde yaşam yoktu. Yüzündeki gülümseme acı doluydu, sanki yılların biriktirdiği intikam duygusu tüm varlığını kaplamıştı. O anda, kadının neden burada olduğunu anladı. Bu hayalet sadece geçmişin bir hatırlatıcısı değildi; Hasan’ın sona yaklaşan yargılayıcısıydı.

Kadın birden, arkasında durduğu gölgelerden başkalarını çağırırmış gibi elini kaldırdı. Ve o an, bir şeyin farkına vardı: Sadece bu kadın değil, o geceki tüm tanıklar geri dönmüştü. Geceyi sessizce izleyen karanlıkta başka yüzler belirmeye başladı. Hasan gözlerinde aynı intikam dolu ifade olan başka figürler gördü. Hepsi onun geçmişinden gelmişti. Hepsi bir şekilde, o gecenin tanıklarıydı.

Bir adım geriledi. "Bunlar gerçek olamaz," diye bağırdı. "Hepsi kafamda! Siz yoksunuz!"

Ama onlar oradaydı. Kadın bir adım daha yaklaştı ve elini Hasan’ın omzuna koydu. Soğuk bir dokunuştu, ama aynı zamanda ölümün nefesiydi bu. Hasan’ın dizleri büküldü, yere çöktü. Kafası dönüyor, dünyası kararıyordu.

"Kaçamazsın," dedi kadın, sesi bir yargıç kadar kesin ve sertti. "Yıllarca kaçtın ama sonunda bizi buldun. Seni gömmeye gelen biziz. Yıllardır mezarda bekleyen sen oldun."

Son cümle yankılandığında, Hasan’ın içindeki korku, yerini derin bir boşluğa bıraktı. Artık kaçacak bir yer yoktu. Geçmiş, mezarlarından çıkan bu hayaletler gibi onu yutmaya gelmişti. Son gördüğü şey, karanlıkta beliren hayaletlerin çemberi oldu. Ve o an,dünyası tamamen karardı. Gözlerini kapattı, çünkü bilincine ağır bir gerçek çökmüştü: Hasan yıllardır ölmüştü. Kasabaya dönmesi sadece bir formaliteydi; aslında hiçbir zaman kaçmamıştı.

Kendisini gömülmek üzere gelen hayaletlerin ellerinde, Hasan kendi geçmişinin mezarına gömülmek üzereydi.

Soğuk ve gri bir sabahın ilk saatlerinde bölgenin yerel radyosundan şu haber geçiyordu :

“Bu sabah Nürnberg’in kırsal bir kasabasında kimliği belirsiz bir adam ölü bulundu. Üzerinde kimlik olmayan şahsın, komşularından alınan bilgiye göre; işsiz ve yalnız hayat süren adam olduğu tespit edildi. Cesedin yanında ilginç bir not bulundu. -Kaçmak mümkün değil, çünkü hiçbir zaman gerçekten yaşamadım- Polis olayın intihar mı yoksa bir cinayet mi olup olmadığını araştırıyor.”

Geçmiş, zamanın tozlu raflarında kaybolmaz; bir gün en beklenmedik anlarda gölgesiyle yeniden karşımıza çıkar

0 Yorumlar