Kasabanın taş sokakları, vaktiyle şahit olduğu hikâyeleri suskun duvarlarında bir sır gibi saklıyor. Sabahın ilk ışıkları, eski çatıların kiremitlerinde gezinen martıların kanatlarına değip süzülürken, zamanın kendisi bile burada ağır aksak yürüyor. Denizin rüzgârla dansı, bir çocukluk hatırası gibi uzanıp gidiyor, sabah ayazı taze ekmek kokusuna karışıp,  taş evlerin pencerelerinden dökülen dantel perdeler, sanki yıllar önce yazılmış ama hiçbir zaman tamamlanmamış bir şiirin mısraları oluveriyor. Kasabanın en eski çeşmesi, geçmişi hatırlatan bir ayna gibi, üzerine düşen her damlada eski gülüşleri, vedaları ve hiç söylenmemiş kelimeleri yankılatıyor. 

Konaklı.. Denizin tuzu misali  hem sert hem de her şeye tat katar adeta hayatın içine işlerdi. İnsanı, rüzgarın taşıdığı bir çiçek tohumu gibi nereye düşerse orada filizlenir, hayatı yeniden yeşertirdi. Konaklı’nın insanı kıyı şeridindeki kum tanesi gibidiydi azizim; her dalgayla yeniden şekillenir ama asla yok olmazdı. Konaklı, zeytin ağacının kökleri gibidiydi; toprağa sımsıkı tutunur, dallarıyla gökyüzüne uzanır, huzuru kucaklardı.

İlkbaharda kireç badanalı duvarlara yaslanan begonviller, gölgeleriyle bile hikâyeler anlatır, yaz akşamlarında fesleğen saksıları, balkonlardan geçen rüzgâra ince bir koku bırakırdı canım kasabada. Sonbahar geldiğinde, çınar ağaçları titrek bir veda gibi yapraklarını bırakır, sokak aralarındaki tahta kapılar, hafif bir hüzünle gıcırdarken, kışın o sert sessizliği, taş duvarların derin çatlaklarına sinerdi. Ve her sabah, kasabanın taş yollarını adımlayan ayak sesleri, sanki bir anıya dokunur gibi dikkatlice geçerdi buradan. Zira, buradaki her taş, geçmişten bugüne uzanan bir köprüydü.


Konaklı’nın yiğit gençleri, denizin çağrısına kulak verip, sabahın alaca karanlığında kayıklarına atlar. Küreklerin suya değdiği her an, Ege’nin bin yıllık şarkısı yeniden doğar. Denizin derinliklerine dalarken, her biri birer denizci kahramana dönüşür, süngerlerin peşinde, Poseidon’un krallığına meydan okurlar. Güneş, suların üzerinde altın bir taç gibi parladıkça, onların yürekleri de özgürlüğün tuzlu soluğuyla dolar, her dalışta yeni bir maceraya yelken açarlar. Ve her akşam, döndüklerinde, kasabanın taş sokakları, onların hikâyelerini bir sır gibi saklar, denizin sesiyle harmanlanmış bu yiğitlik destanını gelecek nesillere taşır.

Kırlangıç sokağındaki kadersiz ev ve o eski taş evin penceresi… Gözlerini oraya çeviren herkes, beyaz tül perdenin ardında oturan Zekiye Hanım’ı görürdü. Siyah yazması başında, elinde incecik bir mendil, derin bakışlarını uzaklara sabitlemişti. Hiç kimse onun ne düşündüğünü tam olarak bilemezdi ama herkes o gözlerde bir bekleyişin ağırlığını iyi bilirdi.

Yıllar önce, gençliğinin en ışıklı sabahında, Hasan’ı süngere uğurladığı gün başlamıştı bu bekleyiş. O sabah, Zekiye’nin gözlerinden düşen son ışık, bir daha geri dönmedi. Hasan’ın vurgun yediği haberi geldiğinde, kasabanın tüm renkleri onun için silindi. Ne yası tam yas olabildi ne de hayat ona yeniden başlaması için bir fırsat sundu. O hiçbir zaman dul kalmadı, çünkü evlenmemişti. Birini kaybetmek ile hiç sahip olamamak arasındaki farkı en iyi o bilirdi.

İşte o günden sonra, Zekiye her akşam masaya bir tabak daha koydu. Hasan’ın tabağını. O sofranın tam ortasında, hiç eksilmeyen bir gölge gibi durdu yıllarca. Kasabanın insanları önce yadırgadılar. "Delirdi," dediler. Sonra alıştılar. Akşamları sokağın köşesinden geçenler, Zekiye’nin usulca fısıldadığı yemek duasını duyardı. "Hasan’ım, soframız bereketli olsun." Bazen tabaktaki yemeğin yarısını yerdi, bazen ona hiç dokunmazdı. Ama o tabak, hep oradaydı.

Zaman geçti. Kasabanın çocukları büyüdü, gençleri evlendi, yaşlıları göçtü. Ama Zekiye’nin evi hiç değişmedi. Taş duvarları yosun tuttu, pencere perdeleri yılların tozunu biriktirdi. Fakat o sofra, her akşam kuruldu. "Hasan’ı için koyuyor o tabağı," derdi yaşlılar. "Geri gelmeyecek ama o hep bekleyecek."

Sonra bir sabah, kasaba farklı bir sessizliğe uyandı. Kapısını çalan komşular yanıt alamadı. Pencereden baktıklarında, yıllardır değişmeyen sofrada bir eksiklik vardı. O ikinci tabak yerinde yoktu. İçeri girdiklerinde Zekiye’yi sandalyeye yaslanmış buldular. Gözleri hafif aralık, yüzünde yıllar sonra ilk kez huzurlu bir ifade vardı.

Kasabanın kadınları onu yıkarken uzun uzun ağladılar. "Hasan’ına kavuştu," dediler. O günden sonra, kimse Zekiye’nin boş kalan tabakla kurduğu bağı unutmadı. Konaklı halkı, taş sokakların artık bir sırrı eksildi diye fısıldaştı.

Ve bir akşam, falanca evin akşam sofrasında evin küçük kızı, annesinin sofraya fazladan bir tabak koyduğunu gördü. Annesi elini tabağa dokundurup hafifçe gülümsedi.

"Bazen, bazı sofralar hiç eksilmez kızım," dedi.

Ve rüzgâr, taş duvarların arasında eski bir duayı hatırlattı: "Hasan’ım, soframız bereketli olsun."

 

0 Yorumlar